"Bu ülke 1789’dan beri su alan bir gemi. Fransız İhtilali yalnız Batı feodalizminin değil, ihtiyar Şark’ın da ölüm çanı. Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını o zaman fark eder. Henüz ne imanını kaybetmiştir ne haysiyetini. Zirvelerden bakar Diyar-ı küfre. Avrupa maddedir, kendisi ruh.”
Rahmetli Cemil Meriç, “Bu Ülke” isimli kitabından aldığımız bu ifadelerle ne güzelde anlatmıştır o zamanın ruhunu.
1299 yılında kurulmuş, beş yüz yıl gibi bir süre dünyanın en sıcak toprakları üzerinde ayakta kalmayı başarabilmiş bir devletin, imanını ve haysiyetini kaybetmemiş olması nasıl imrenilecek bir durumdur bizim için.
Ancak, kendi sonunu getirecek yeni bir medeniyetin geliştiğini görememesi; zirvedeyken altındaki toprakların kaydığını fark edememesi, yaklaşan çan sesini duyan herkesin bir şeyler yapmak için telaşa kapılması fakat ne yapılsa yapılsın kökünün gücü gövdesini taşımaya yetmeyen bir çınar gibi büyük bir gürültü ile devrilmesi de bir o kadar ibretliktir bizim için.
1789 yılına kadar ne gibi gelişmeler olmuştur, sonrasında neler yaşanmıştır izah edip, günümüzde ne gibi dersler çıkarmamız gerekirken biz ne yapmışız bakalım hep birlikte.
Osmanlı devletinde peş peşe gelen birbirinden kuvvetli padişahlar dönemi bittikten sonra hepimizin bildiği gibi bir duraklama dönemi yaşanmıştır.
Padişahlar ve devlet adamları klasik düzenden birtakım kopmaların yaşandığı bu dönemde, içte ve dışta birtakım problemlerin ortaya çıkmaya başladığını görerek XVI. Yüzyıldan itibaren önlem almaya başlamışlardır.
1656 yıllarından itibaren göreve getirilen Köprülüler gibi bazı yetenekli devlet adamlarının yaptığı çalışmalarla önemli bir toparlanma süreci geçirilmiştir.
Durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, 150 yıl önce alınamayan Viyana’nın alınabileceği hissiyatı oluşmuştur. Bunun üzerine 1683 yılında çıkılan Viyana seferinden yine eli boş dönüldüğünde, devletin sanıldığı kadar güçlü olmadığı anlaşılmıştır.
Bunun üzerine batılı devletler 1684 yılında Linz’de bir araya gelerek uzun yıllar aradan sonra Osmanlıyı Avrupa’dan atmak için bir haçlı ittifakı kurmuşlardır.
16 yıl süren savaşlar sonrasında 1699 yılında imzalana Karlofça antlaşması ile Osmanlı devleti ilk defa toprak kaybetmek zorunda kalmıştır.
Cemil Meriç’in ifade ettiği ruh hali işte bu yıldan itibaren başlayıp ta ki III. Selim’in tahta çıktığı ana kadar devam eden ruh halidir. Osmanlı dünyada ki gelişmelere kendi zirvelerinden bakarak uzak kalmıştır.
Bir örnekle izah edelim, Avrupa’da sanayi çok ciddi derecede gelişip buna bağlı olarak ekonomi, askeri teknoloji ve ticaret usulleri ilerlerken devletimiz bu başlıkların hepsinde geri durumda olduğu halde 1793 yılına kadar Avrupa’ya elçilik dahi açmaya gerek görmemiştir.
İlk defa III. Selim devrinde açılan elçilikler, dünyada ki gelişmeleri görerek, bir an evvel ne gibi önlemler alınması gerektiği hususunda girişimler başlamasına ön ayak olmuşlardır.
Bu dönemlerin ayrıntısına çok girmeden yapılan bir hata üzerinden günümüze gelmek istiyorum. Ne yazık ki Osmanlı devleti belki iki yüzyıllık bir açığı çok kısa sürede kapatmak zorunda olduğu için birçok olayda Batı’yı taklit etmek durumunda kalmıştır. Kimi iyi niyetli kimi batı hayranı kimi ise ülkeyi Batı’nın esiri yapmak isteyen çaşıt ruhlu devlet adamları, birçok şeyi batıdan bire bir alarak ilerlemişlerdir.
XVIII. Yüzyıl ve sonrası ilan edilen adli düzenlemeler, ticaret kanunları, arazi kanunları, askeri ıslahatlar gibi birçok başlıkta, yerli ilim adamlarının yetersizliği ve yabancıların baskısı ile onların kanunları kopya edilmek durumunda kalınmıştır.
Tabi suç sadece devlet adamlarında değildir. Ulema sınıfının devlet yönetiminde en etkin olduğu bu dönemde çok ciddi yanlışları söz konusudur. Devletin ihtiyaçlarına çare olacak fikirler çok fazla ortaya koyamadıkları gibi girişilen her ıslahata din elden gidiyor diyerek müdahale etmişlerdir. Halbuki korkuları dinin elden gitmesinden çok itibarlarının kaybolup koltuklarının elinden gitme tehlikesi olmuştur.
III. Selim’in askeri ıslahatlarına karşı durmuş Yeni Çeri Ocağıyla iş birliği yaparak padişahın katlinde pay sahibi olmuşlardır. Sonrasında tahta çıkan II. Mahmut tebaamın Müslümanını camide, Hristiyan’ını kilisede, Yahudi’sini havrada tanırım diyerek vatandaşların eşitliğinden bahsedince “dinsiz padişah” olarak nitelendirilmiştir. Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamit dönemlerinde ıslahatlar bu tarz kesintilere rağmen devam etmiştir.
Bu dönemlerin en parlak gelişmesi Fransız medeni kanunun kabul edilmesi gündeme geldiğinde büyük ilim ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle isimli eserini ortaya koymasıdır. O dönemde yapılmış en yerli ve milli ıslahat olarak bu eser tarihimize geçmiştir.
Rahmetli Halil İnalcık bir makalesinde “Cumhuriyet iki yüzyıldır verilen bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır” ifadesini kullanmıştır. Yani Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan Cumhuriyet, acı tatlı bütün bu tecrübelerin sonucu milletimiz için daha iyiyi ortaya koyabilmemiz açısından bizlere teslim edilmiştir. Bu gelişmelerin bir sonu yoktur, dünya son bulana kadar da olmayacaktır. Osmanlı devletimizin son iki yüzyılındaki ıslahatlara ve bunların Cumhuriyet ile ilişkisine başka bir yazımda değineceğim.
Devleti ayağa kaldırmak için girişilen mücadelelerde yapılan hatalara geri dönecek olursak; Birinci Dünya savaşı sonrası işgal edilen bir devletin kurutuluşu ve sonrasında modern devletler seviyesine çıkarılma çabalarında, Batı’dan kopya edilerek ihtiyaçların giderilmesi yöntemi maalesef terk edilememiştir.
Bu hata ile ilgili, Avusturya’yı kısa sürede Avrupa’nın önde gelen devletlerinden biri haline getiren Avusturya Başbakanı Metternich’18. Yüzyılda bizi uyarmıştır:
“İdarenizi yeni bir düzene, sisteme sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın.”
“Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Siz Müslümansınız, Türk’sünüz; böyle kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın! Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın…”
18.Yüzyılda söylenmiş bu sözlerin 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılda dikkate alınmaması henüz tecrübe ile ispatlanmadığı için bir miktar anlayışla karşılanabilir. Ancak bugün içinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda bu kadar tarihi tecrübe gözümüzün önünde dururken yapılan hataları anlamak mümkün değildir.
Bu hatalardan birini dün Cumhurbaşkanı Erdoğan itiraf etmiştir. Çocuk tacizleri üzerine idam yasasının gündeme gelmesi üzerine: “Bunlar zaten bizim daha önce yasal düzenlemelerimiz içinde vardı, Avrupa birliğinin talepleri doğrultusunda böyle bir adım attık ancak yanlış yapmışız” diyerek son yüzyılda yapılan hataların en önemlilerinden birini dile getirmiştir.
İdam cezasının kaldırıldığı 2002 yılında bizler, idam cezası belli suçlar için kaldırılmasın diyerek karşı çıkmıştık ancak mecliste yalnız kalarak bunun önüne geçememiştik. Bu cezayı kaldırmanın bizim toplumuzu iyiye götürecek bir düzenleme değil aksine birlik beraberliğimize ve toplumsal huzurumuza zarar verecek bir düzenleme olduğunu ifade etmiştik. Dinletemedik!
Ümit ediyorum ki Batı’nın dayatmaları ile yapılmış olan değişikliklerin sonuncusu olarak bu olay kulağımıza küpe olur. Bundan böyle de kendi ihtiyacımıza, kendi toplumsal yapımıza, ahlak ve töremize göre ıslahatlar yapılarak devletimizin ve milletimizin bekası bu şekilde kuvvetlendirilir.
Bu yazımdan Batı’daki bilimin, tekniğin veya bize de uyan başka konularda bilgi alınmasına karşı olduğum anlaşılmasın. Bize uymayan durumlar için kendi düzenimizi kurabilecek kanun ve yasaları, beş bin yıllık devlet geleneği olan ve İslam ahlakı ile şereflenmiş bir milletin bünyesinden çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Hepsi bu!
BATI'NIN BİZE UYMAYAN YASALARI
Paylaş