Son yıllarda sürekli tekrarlanan şu cümleyi duymayanımız yoktur “iletişim çağındayız”.
Bu ifadeyi biraz açabilmek adına bu çağda doğan ve şu an ortaokula giden çocukların olduğu sınıflardan birine girip, iletişimin temel unsuru nedir diye sorsak; kuvvetle muhtemel telefon, tablet ya da bilgisayar cevaplarından birini vereceklerdir.
Öyle ya, binlerce liralık bedeli olan; fotoğraf çeken, video kaydı yapan üstelik bunları sosyal medya hesaplarından dakikasında milyonlarca kişiye ulaştırabilen bu aletler değilde; mürekkeple yazılmış mektuplar mı olacaktı en temel iletişim unsuru!
Umut ederim ki çocuklarımız bu yanıtları bir an heyecanlanıp vermiş olsunlar. Sonrasında nasıl düşünemedik, ben söyleyecektim diyerek pişmanlık duysunlar.
Çünkü, en temel ve en değerli iletişim unsuru dilimiz; Türkçemizdir!
Elbette iletişim araç gereçlerinin işlerimizi ne kadar kolaylaştırdığını ve artık hayatımızın olmazsa olmaz noktasına geldiklerini inkar etmiyoruz. Hatta görüyoruz ki bu araç ve gereçlerde kullanılan bir takım görsel unsurlar, zamanla bazı yazılı ve sözlü ifadelerin yerine kullanılarak, iletişimimizi hızlandırıp zamandan tasarruf etmemizi sağlıyor.
Ancak, duygularımızı anlatan bir ses, içimizi döktüğümüz bir şiir; toplumu bir arada tutan dağlara, taşlara yazılacak kıymette bir cümlenin yerini tutmaları çok zor. Üstelik teknolojik aletlerin olmazsa olmazı yazılımları geliştirebilmek için dahi, dile ihtiyaç vardır. Dili çıkarırsak insan hayatının içi neredeyse boşalır.
Öyleyse, yaşamımızı son derece yakından ilgilendiren dilimizi tanıyıp, onun kurallarına uymak en önemli sorumluluklarımız arasındadır diyebiliriz.
Dilimizi kurallarına uygun şekilde kullandığımızda, iletişim halinde olduğumuz kişi ya da kitlelerle ilişkimiz güçlenir. Toplumumuzun gelişmesini, kültürümüzün çağlar boyu bir sonraki nesillere aktarılmasını, geçmişle geleceğimiz arasındaki bağın sürekliliğini; dilimize saygı gösterip sahip çıkarsak sağlayabiliriz.
Böyle önemli bir konuda toplumu oluşturan bireyler olarak maalesef gerekli özeni gösterdiğimiz söylenemez. Ne konuşurken ne yazarken dilin kurallarına tam manasıyla dikkat etmiyoruz.
Hatta kendisini Türk milliyetçisi diye tanımlayan çok sevdiğim birtakım kişilerin içerisinde dahi yazılı ve sözlü anlatım kurallarını hiçe sayanlar var. Oysa Türk dilini çok iyi bilmeleri, örnek teşkil edecek şekilde kullanmaları gerekmez mi?
Hiçbir şey için geç değil. Gün aşırı edebiyatımızın ünlü kalemlerinden birkaç sayfa okusak; telefonlarımızdan yazılı ve sözlü anlatım kurallarını anlatan internet sitelerine girip dolaşsak; bilgisayarımızı açıp yazılar yazsak, kendimizi geliştirebiliriz. Yeter ki dilimizi sevelim.
Dilimizi sevmek demişken aklıma Gagavuz şair ve yazar, aynı zamanda Moldova eğitim bakan yardımcılığı yapmış Türkçe sevdalısı Nikolay Babaoğlu’nun ifadeleri geldi.
Babaoğlu Gagavuz Türkçesi ile kaleme aldığı yazısında Türkçe sevgisini, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün dönemin zorlu şartlarına rağmen dış Türklere verdiği önemi ve dilin millet olmanın en önemli unsuru olduğunu göreceğiz.
Umarım okuduktan sonra Türkçemizin kıymetini daha iyi anlarız.
“Ben duudum 1928 yılda bir Gaguz-Türk aylesinde, küyümüzün adıydı Tatar-Kıpçak, ama bugün sadece Kıpçak derlar. Benim soyadım Babaoğlu, adımı kilisede Nikolay koymuşlar niçin ki annem-babam Hıristian dinini kullanırlarmış.
1935-cı yılda açan ben 7 yaşımı doldurmuşum beni köyümüzde ilkokula verdiler. Benim öğretmenim birçok yalpak romen kadınıydı. Ben küçük olarak baştan Romence konuşmayı anlamazdım, neçek ni evde içerimizde biz konuşurduk sadece Gagauz Türk dilinda. Ama çocukluk fikirim keskindi gülerüzlü öğretmenimi da annemi gibi çok sevmiştim besbelli bu üzere tez-tez başladım iyi Romence annama ama ikinci-üçüncü sınıflarda ben artık çok iyi Romence bilirdim, yazmakta okumakta 10 hem 9 derecelerden aşaa kalmazdım. Okulumuzda birinci öğrenci sayılırdım, evde annem-babam çok kanattılar.
Ne büyük bir sevinmelik oldu bizim okulumuzda açan 1937 yılda sölediler ki aftada iki dersimiz olacak Türkçe. Kim bizi öğredecek, nasıl olacak hiç bişey taa bilmezdik ana dilimizde.
Eylil ayın birinde başlardı eni okul yılı. Bu günde Kıoçak okulun meydanında bizi okul öğrencileirni (bi 100-150 kişi) hepimizi dizilar kare. Bu karenin ortasında vardı 4-5 romen öğretmenleri, angılarını biz artık bilirdik tanırdık ama onnarın aralarında vardı bir da eni gene bize yabancı bir adam. Giyimliydi o cateni elbiseyken, başında vardı geniş kenarlı Avrupa şapkası, saa elinde asılıydı bastonu. Karede çocukların arasında başladı gemea laf çünkü bu adam gelmiş Türkiyeden de bizim türkçe öğretmenimiz olacakmış. O romen öğretmenlerin yanında konuşurdu romen dilinde. Ben o zaman düşündüm: Sanki o nasd bizi türkçe öğredecek, açan o kendisi sadece romence konuşuyor… Ama okul yılın başlanıç yortusu geçti da biz başladık derslerimizi. Benim üçüncü sınıfımızın kapusuna derslerin programını asmıştılar. Benim üçüncü sınıfımda salılarda hem cumaalarda yazdıydı birer ders türk dili. Okulumuzda hepsi çocuklar sadece bu eniliyi konuşurdular işittik ki ikinci sınıfta pazartesi artık türk dili olmuş, eni ögredici söylemiş kendi adını demiş uşaklara, ki onunla olur öle konuşmaa nice evde annelerimizlen konuşuyoruz…. Geldi şali günü ikinci dersimiz türkçe, nasıl merakla beklerdik, ama zil calsin, erleştiydik sıralarımıza beklerdik, ama aramızda vardı bir en huluz ürencimiz Kocabaş Koli o kapu aralığından bakardı gelecek mi? Bir da o hızla kaçtı erine ge-li-yor!
Girdi içeri eni öğretmen, biz hepimiz askerde gibi kalktık ayaa, beklerdik, herhgünkü alışılmış selamı “Bnuna ziua” amma işittik eni selamı o dedi Günaydın. Biz bilmezdik nasd cevap edelim, ama o başladı bizinden çok annaşdmış evdeki dilimisle konuşmaa:
Çocuklarım, dedi o, eter ayakça durdunuz, oturunuz, aramızda sevinmelikten mi yoksa şaşmaktan mı bir gülüş koptu. Öğretmen devam etti gülmeyin dedi ben size türkçe selam verdim “Günaydın”. Ben de Ni-kolay Babaoğlu saydırdım sınıfımzda en açık gözü hiç utanmadaan sordum:
- Ama biz bilmeriz nasd selamina cevep vererelim:
- Siz de deyin “Günaydın” da hemen oturun. Hande eninden tekrar edelim bunu. Kalkınız, ben deyecem Günaydın siz de cevap ediniz. Kalktık:
- Günaydın, çocuklar. Biz de:
- Günaydın!
- Bana deyeceniz “Bay öğretmen” bunu o yazdı te-beşirlen taftamıza, biz de yazdık tefterimize.
Sonra söyledi ki o bizim türk dili öğretmenimiz, sordu bizim sıraylan isimlerimiz, taa sora taftaya yazdı türk dilin alfabesini o pek az ayırdırdı romen alfabesinden . Ö, ü kelemelerin altını çizdik. Öğretmen dedi ki bir aftadan sonra türkçe kitaplar gelecek de başlayacaaz türkçe okumaa. Ama bu ilk dersimizde sadece konuştuk. Bay öğretmen söyledi ki kitaplarımız türki.-ye memleketinden demir yoluyla gelecekler, ki bu kitapları bize Türkiye prezidenti Kemal Paşa Atatürk hediye göndermiş. Taa sora o gösterdi haritada nerede Türkiye bulunuyor, anlattı ki orada insanlar hepsi bizimce türkçe konuşuyorlar. Bize öğretmenimizin her bir sözü çok meraklı gelirdi. Düşünürdük acaba nasıl öle bir bütün memleket sadece türkçe konuşuyor…
Evde annelerimize babalarımıza doyamazdık anlatmaa nasıl gözel türkçe derslerimiz oluyor.
Geçti taa bir-iki afta Taraklı demir yol garından kitaplarımız geldi. Üçüncü sınıfta herkezimize ikişer kitap parasız verildi, birinin adıydı “Mini mini okumak Kitabı”. Onu ben şimdi de artık oldum 65 yaşında ama hep arşivimde anmak için tutuyorum.
Kitaplarımızı almak günümüz bizim okulumuz için bir büyük bayram günü oldu. Teneffuslarda sadece türkçe kitaplarımızı aktarıp bakardık. Biri birimize gösterirdik, artık taa onnarı sınıfta öğrenme-deen okurduk hem annardık bu çok meraklıydı, bizim evdeki dilimizde kitaplar yazılıydılar.
Romen öğretmenlerimiz domnu Kojan, domnu Balmuş, domnu Gibulet başadıydılar azbucuk kıskanmaa ne öle olduydu da biz bırakmıştık romence kitapları da sadece türkçeleri aktarıp okurduk.
Geçti taa biraz vakit biz hepten ahştıydık bizim bay öğretmenimize, Türkçe dersler o kadar tez geçerdiler ki etiştiremezdik dadına ermee. Biz şalileri hem cu-maaları bekleerdik nice Paskaliye yortularını. Yazardık, okurduk, ana dilimizde çok şiirlar ezbere öğrenirdik, masallar okurduk.
Benim babam da eni üretmenimizlen tanışmıştı. Babamdan işittiydim ki öğretmenimizin haliz adı Ali Kantarelli’ymiş o yaşardı kiraylan köy başın primarın evinde. Bay öğretmen türk dilini okuturdu bizim okulumuzda hem de köümüzün ikinci okulunda, o ikinci okulda da dört sıfın vardı.
Bay öğretmen Ali Kantarelli bekardı benim Kıpçak köyümde öğretmenlik etti. 1937-38-39 yıllara kadar. Bizim köyde de evlendi. Onun hanumunun adıydı Talmaç İvanna. Bu insan Kıpçaklıydı. Açan 1940 yılda Moldova’ya bolşevikler geldi, başka köylerimizden türk öğretmenleri etiştirip gittiler. Türkiye’ye ama benim öğretmenim Ali bey kaldı Moldova’da bak aylesi vardı Kıpçakta. Da nasıl o zamanlar Sovyetlerde geçeerdi hepsini suçlu yapmak. Ali Kantarelli’yi de suçlu buldular çünkü o Moldovada Türk casusuymuş bu üzere hiçbir de suçsuz adamı Stalin apise kapadı 25 yıla. Ama 15 yıldan çok yattı anista da Stalin geberdiynen kurtuldu geldi, ama Kıpçakta başka yaşamadı diyşildi bir Borcak adında küyee, oradan da sora gitti yaşama Bolgrad şehrine. Oradan da işittim ölmüş 1980 yularda. Bolgrade şehrinde de bu günee kadar mezarı.” N. Babaoğlu 5.12.1995